Çiftlik Hayvanları Hekimliği Derneği’nin 27-30 Nisan 2023 tarihleri arasında düzenlediği Koyun ve Keçi Sağlığı ve Yönetimi kongresine, Veteriner Hekimler Derneği Genel Başkanı Dr. Gülay Ertürk katıldı. Kongrede konuşma yapan Ertürk, ülkemizdeki küçükbaş hayvancılığının önemine değindi. Veteriner Hekimler Derneği Genel Başkanı Dr. Gülay Ertürk’ün programda yaptığı konuşmanın tamamı şu şekilde;
“Çok değerli meslektaşlarım, saygıdeğer hocalarım Veteriner Hekimler Derneği adına hepinize saygılarımı, selamlarımı sunuyorum. 2. Uluslararası 5. Ulusal Çiftlik Hayvanları Hekimleri Derneği’nin bu kongresinde aranızda bulunmaktan duyduğum mutluluğu dile getirmek isterim. Hem düzenleme kuruluna hem de Kongre Başkanlığına aynı zamanda Dernek Başkanlığını yürüten saygıdeğer hocam Hasan Batmaz’a, beni aranızda bulunma davetiyle onurlandırdığı için de ayrıca teşekkürlerimi iletiyorum.
“Buğday ile koyun gerisi oyun”
Koyun keçi sağlığı ve yönetimi konulu bu kongre gerçekten çok değerli. Bu değerin de kadim Anadolu coğrafyası ve insanı da bilincinde. Bizim Anadolu coğrafyasında insanların yüzyıllardır konuştuğu bir deyim var, tam da bu kongrenin konusu. “Buğday ile koyun gerisi oyun”
Hakikaten eğer koyununuz varsa onu besleyecek buğdayınız da varsa sırtınız yere gelmez. Bu bilgeliği bu coğrafya bu topluluk bu insanlar aslında biliyorlar. Bilinen gerçekler var ama nedense uygulamada bir takım yanlışlıklar var. Bugün dünyanın biliyorsunuz en büyük tehlikesi açlık, gıda sorunu. 8 milyar insan var bugün dünyada, benim öğrenci olduğum yıllarda ise 5 milyar insan vardı. Katlana katlana İnsanoğlu gerçekten dünyayı yiyip bitiriyor ve bugün dünyada her 7-8 kişiden birisi açlıkla mücadele ediyor.
1 milyar insan gerçekten açlıkla mücadele ederken öte yanda da böyle enteresan bir dünya ki bu, emperyalizmin böyle değişik görüntüleri var bu dünyada, yaşadığımız çağda. 1 milyar insan popülasyonuda fazladan aldığı gıdayı yok etmek için obezite ile savaşmak için spor merkezlerinde fazla enerjisi yakmaya çalışıyor.
Şimdi tabi bizim konumuz bu işin açlık konusu. Açlık ciddi bir sorun ve sanayide ileri olan ülkeler aslında gıdanın da ne kadar önem taşıdığının bilinciyle sanayileşmede iyi olmanın ötesinde tarımsal alanlarda da kırsal alanda da gerekli yatırımını yapmışlar ve bugün o konuda da ihracatçı duruma geçmişler. Özellikle bu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kıtlıktan ve açlıktan ölen insan sayısı savaşta ölen insan sayısından da fazla olunca gıdanın ne kadar stratejik önem taşıdığı ortaya çıkmış ve gelişmiş ülkeler bunun önlemini almış. Bizim ülkemize bakınca Osmanlı Devleti zamanında aslında kırmızı et açığı belki de yok. Herkes kendi evinde, avlusunda bahçesinde baktığı koyunu ile keçisiyle kendi et ihtiyacını gideriyor. Kentte yaşayanlar için ve ordudaki askerler içinde göçebe aşiretler sattıkları hayvanlarla yine halkın bu et açığını gidermişler. Daha sonra savaş yılları ve savaştan sonra iktisat kongreleri, işte hayvancılık ve tarım alanında alınan önlemler, ekonominin temeli tarımdır felsefesi, hayvancılıkta atılan adımlar vesaire derken belirli bir yol kat edilmişti. Biz 2. Dünya Savaşına kadar gayri safi milli hasılasının büyük bir kısmını tarım ve hayvancılıktan sağlayan bir ülkeydik. Hatta 1970’lerde bile gayri safi milli hasılasının %30’u tarım ve hayvancılık ile karşılanıyordu. Bugün geldiğimiz noktada bu oran %6’lara kadar düştü. Az önce Hasan hocamda özetledi, hayvancılık ile geldiğimiz nokta içler acısı.
Amerikalı bir kuantum fizikçi Richard Feynman’ın güzel bir sözü var; “Bir konuyu çok basit bir şekilde anlatamıyorsanız siz de anlamamışsınızdır”. Ya biz anlamadık ve anlatamıyoruz yetkili mercilere, siyasi erke, ya da insanlar, bu yönetim pozisyonundaki kişiler anladıkları halde herhalde anlamamış gibi davranıyorlar. Başka türlü bir açıklaması bu işin yok. Çünkü bu ülkede en büyük sorun ne kırmızı et açığı, kırmızı et yiyemiyoruz. Verilere bakarak söylüyorum Türk halkı yılda 12 kg et yiyor. Bakıyorsunuz sanırım Arjantin 40 kiloydu ve Amerika Birleşik Devletleri yılda 27 kg kırmızı et tüketiyor. Bu söylediğim rakamlar sadece koyun ve sığır eti. İçinde domuz eti de yok. Biliyorsunuz ciddi anlamada kırmızı et ihtiyacını domuz eti ile de karşılıyorlar. Bizim ülkemizde ise günlük 10 gr bile kırmızı et tüketemiyoruz. Oysa biliyoruz ki esansiyel amino asitler kırmızı ette yani hayvansal ette. Bunu almadan olmaz, çocuklarımız gelişemez. Yeni nesilimiz hastalıklı olur. Böyle de bir gerçek var.
“Arz ve taleple ilgili bir dengesizlik söz konusu”
Neden belli, çünkü arz ve taleple ilgili bir dengesizlik söz konusu. Arz talebi karşılamada yetmiyor. Neden yetmiyor? Çünkü yetiştirici, üretici hayvanını besleyemiyor, besleyemediği için para kazanamadığı için doğal olarak bu işten elini eteğini çekiyor. Bu işin en ucuz yolu mera hayvancılığı. Ama mera yok. Dolayısıyla kesif yemler ile beslemek durumunda. Bu yemlerin de %40-45’i ham madde olarak ithalata dayalı olduğu için her şey zincirleme olarak birbirine bağlanıyor. Dışa bağlı hayvancılık politikaları ile hem bu halk aç kalıyor hem üretici para kazanamıyor. Bu sarmal bu şekilde devam edip gidiyor. Tabii ki meralarımızı da kötü harcamışız. 1940 yılında Türkiye’nin 44 milyon hektar merası varken bugün geldiğimiz noktada 13 milyon hektara düşmüş. Yani dörtte birini heba etmişiz. Yine tarıma ayrılan 1990 yılında 28 milyon hektardan bugün 23 milyon hektara düşmüş. Tarıma ilişkin alanlarımız da azalıyor. Tabii ki doğal olarak da özellikle mera hayvancılığı konusunda da sonuç bu şekilde kaçınılmaz oluyor.
Mera ile ilgili olarak ilk düzenleme 1924 yılında köy yasasıyla düzenlemeler yapılmaya çalışılmış. 1998’de mera kanunu var. Meraların ilgili bir takım uygulamalar var. Ama 2012 yılında tüm köylerin büyük şehri yasası ile mahalleye dönüştürülmesi, köy tüzel kişiliğindeki meraların yine hazineye devlete bırakılması ve hazinede olan meralarında kamunun ve özel sektörün herkesin gözünün diktiği alanlar olması ile de çarçur edilmesi sebebiyle de bugünlere geldik. Yaşam alanları, yerleşim alanları, binalar dikilerek öte yandan gıdasal sorunumuzun da köküne kibrit suyu dökmüş olduk.
Meralar biterken hayvanlar da bitiyor.
Koyun varlığımız 1980 yılında Türkiye nüfusu 44 milyonken 50 milyon koyun 19 milyon keçi var. Bugün Türkiye 84 milyon aynı hesaptan yola çıksak bizim 100 milyon koyunumuz olması gerekir. Ama toplasanız küçükbaş hayvan 57-58 milyon kadar. Oysa bizim nüfusumuz 84 milyon.
Tabii bir takım farklı algın yönetimleri de var. Koyun sayımız azalıyor ama öte yandan bizim ulusal değerlerimize, kültürel değerlerimize ilişkin de bir takım algı yönetimleri yapılıyor. Çünkü Maliye Bakanımızda biliyorsunuz bir süre önce “Koyun eti aslında ucuz ama kokuyor. O yüzden Türk halkı yiyemiyor” dedi. Neresi ucuz onu da bilemiyoruz. Şu an kilosu 300 TL. Bunu diyen kendisi değilmiş gibi başka bir konuşma da koyun etinin faydalarından bahsetti. Yani şunu söyleyeceğim Türk halkı koyun etini sevmiyor veya koyun eti kokuyor diye bir durum var. Hayvanın işte ruminayson sırasında rumendeki mikroorganizmaların proteinin sindirimin sırasında indol skatol denen bileşiklerin ortaya çıkması ile hayvanın etine has bir koku oluyor, bahsedilen bir koku olarak. Sonuç itibari ile tavuk da kokuyor. Ciğeri de başka türlü bir lezzette. Aslında Türk halkı koyun eti kokuyor diye yemiyor demekte bir farklı bir algı yönetimi diye düşünüyorum. Çünkü aslında Türk halkı kebabı çok seviyor. Hepimizin en çok sevdiği veya kültürel olarak bizim reklamımızı öne çıkan şey Turkish Kebap. Yani kebap neden yapılıyor? Ben o coğrafyada büyümedim doğmadım ama biliyorum ki koyun eti ile yapılıyor. Türk halkı koyun etini seviyor yiyor ama bir takım algı yönetimleri de bu ülkede yapılıyor. Tıpkı o 1960’lı yıllarda Marshall yardımları ile gelen alfatoksinli süt tozları ve margarine karşı zeytinyağının kötülendiği gibi bugün de farklı şeyler yaşanıyor. O yıllarda yine Veteriner Hekimler Derneğinin de üyesi olan ve Osman Nuri Koçtürk bu ülkede gıda emperyalizmine hayır diyen bu konuda mücadele edecek ilk kişi diyeceğim ve derneğinin üyesi olmasından büyük bir onur ve gurur duydum Osman Nuri Koçtürk’ün yaptığı mücadeleyi bugün biz veteriner hekimleri olarak koyun etine karşı yapılan kampanyaya karşı sürdürmeliyiz diye düşünüyorum değerli meslektaşlarım. Koyun ve keçi konusunda Sayın hocam gayet güzel anlattı. Evet yani çevreci bu hayvanlar. Her şeyden önce bizim coğrafyamıza uygun, bizim iklimimize uygun ve bizim kırmızı et açığında yapabileceğimiz tek çözümümüz, koyunculuk ve keçicilik. Koyun demek aslında en öz haliyle para demek. Çünkü ekonomik olduğu için.
Nasrettin Hoca fıkrasıyla belki en iyisi sözlerini bitireyim para demişken; Nasrettin Hoca bir gün bir borç alır. Aldığı borcu ödeyemez alacaklısı bir gün gelir kapısına dayanır. Benden aldığım borcu artık öde ama hocanın yine ödeyecek parası yok. Şöyle bir etrafına bakar çayırda merada otlanan koyunları görür ve der ki alacaklısına; bak görüyor musun koyunları. Onlar otluyorlar, sonra buradan geçerken çalılıklardan geçerken onların yünleri bu çalılara takılacak. Ben o çalıdaki takılan yünleri toplayacağım, eğiricem, pazarda satıcam ve sana olan borcumu ödeyeceğim. Tabii bunun üzerine alacaklısı başlamış gülmeye. Tam da Nasrettin Hoca onun gülmesini bekliyormuş zaten. Gördün peşin parayı başlarsın gülmeye demiş. Hepinize saygılar sunuyorum.”